- Katıldı
- 22 Aralık 2024
- Mesajlar
- 303
- Tepki puanı
- 0
- Puanlar
- 16
Beslenme ve bağırsak florası
Modern beslenme bilimi, insan vücudunda yaşayan trilyonlarca mikroorganizmanın genel sağlığı nasıl şekillendirdiğini araştırırken, sindirim sisteminde yer alan mikrobiyal toplulukların merkezi bir rol oynadığını vurgular. Bağırsak florası olarak da bilinen bu mikroorganizma ekosistemi, bağışıklık sistemini düzenleme, metabolik fonksiyonları destekleme ve bağırsak yüzeyini koruma gibi çok yönlü görevler üstlenir. Beslenme alışkanlıkları, florayı etkileyen en temel faktörler arasında yer alır. Alınan makro ve mikro besin öğeleri, diyet lifi, protein kaynakları, yağ türleri ve prebiyotik bileşenler gibi unsurlar, bağırsaktaki mikrobiyal çeşitliliği ve işlevselliği şekillendirir. Son dönemde artan araştırmalar, obezite, diyabet, inflamatuar bağırsak hastalıkları, bağışıklık bozuklukları ve ruh sağlığı sorunlarının bağırsak florası ile yakın ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bu veriler, beslenme stratejilerinin mikrobiyota dostu şekilde düzenlenmesi gerektiğini gösterir. İnsan sağlığı açısından kritik öneme sahip bu konuyu anlamak ve yaşam tarzımıza entegre etmek, gelecek nesillerin sağlığına dair pek çok soruna ışık tutar.
bağırsak florasının oluşumu ve çeşitliliği
Bağırsak mikrobiyotası, insanın doğumundan itibaren gelişmeye başlar. Anne karnında fetus nispeten steril bir ortamda bulunsa da, bazı çalışmalar amniyotik sıvıda ve annenin plasentasında da bakterilerin bulunabileceğini ileri sürer. Yine de bebeğin mikrobiyota ile asıl tanışma süreci, vajinal doğum kanalından geçerken veya sezaryen ile dünyaya gelirken farklı şekillerde gerçekleşir. Anne sütü, yeni doğan döneminde bağırsak florasının temel bileşenlerinin oluşumuna katkıda bulunur. Anne sütünün içerdiği oligosakkaritler ve diğer prebiyotik maddeler, bifidobakteriler gibi yararlı mikropların çoğalmasını destekler. Biberonla beslenen bebeklerde ise bu mikrobiyal kompozisyon farklı olabilir. Ek gıdaya geçiş ve çevreyle temas arttıkça bağırsakta yerleşen mikroorganizma çeşitliliği hızla artar.
Çocukluk döneminde dış çevre, hijyen koşulları, maruz kalınan enfeksiyonlar ve beslenme alışkanlıkları florayı dinamik şekilde şekillendirir. Ergenlik ve yetişkinlikte, bağırsak florası bir denge durumuna ulaşma eğilimindedir. Bu dönemdeki çeşitlilik, hem bakterilerin tür zenginliğini hem de görev çeşitliliğini kapsar. Bacteroidetes, Firmicutes, Proteobacteria ve Actinobacteria gibi büyük bakteri filumları baskın hale gelebilir. Her bireyde bağırsak florasının bileşimi özgündür ve genetik faktörler, coğrafi konum, beslenme tercihleri, kültürel gelenekler, antibiyotik kullanımı gibi pek çok etmenle etkileşime girer. Yüksek çeşitliliğe sahip mikrobiyota, metabolik esneklik ve bağışıklık toleransı açısından genellikle daha avantajlıdır.
beslenme faktörlerinin mikrobiyota üzerine etkisi
Diyet kompozisyonu, bağırsaktaki mikroorganizma topluluğunun hem çeşitliliğini hem de işlevsel kapasitesini doğrudan etkiler. Yüksek lifli besinler, prebiyotik özellik taşıyan yapılar barındırır ve bağırsaktaki faydalı bakterilerin çoğalmasını teşvik eder. Sebze, meyve, tam tahıl, baklagil gibi besinlerde yer alan çözünür ve çözünmez lifler, kısa zincirli yağ asitlerinin (SCFA) üretimini artırır. SCFA (asetat, propiyonat, bütirat gibi), bağırsak hücrelerinin enerji kaynağı olmasının yanı sıra iltihaplanma sürecini düzenleyen sinyal yolaklarında kilit rol oynar. SCFA üretiminin yetersiz kaldığı bir bağırsakta, inflamatuar süreçler tetiklenebilir ve bağırsak bariyeri zayıflayabilir.
Protein kaynakları da mikrobiyota profilini etkiler. Hayvansal protein tüketiminin yüksek olduğu diyetlerde belirli bakteri grupları baskın hale gelebilirken, bitkisel protein ağırlıklı beslenenlerde daha farklı bir mikrobiyal denge gözlemlenir. Yüksek protein alımı sonucu bağırsakta amino asit fermentasyonu artar, bu durum bazen potansiyel zararlı metabolitlerin yükselmesine yol açabilir. Öte yandan balık yağı gibi doymamış yağ asitlerini içeren besinlerin bağırsak iltihabını azaltıcı etkileri bulunur, fakat aşırı doymuş yağ tüketimi Bacteroidetes-Firmicutes dengesinde değişikliklere ve metabolik disfonksiyon riskine katkıda bulunabilir.
Basit şekerlerin yoğun olduğu rafine karbonhidrat ağırlıklı diyetler, mikrobiyota çeşitliliğini azaltabilir ve şeker bağımlılığını pekiştiren mekanizmaları etkileyebilir. Ayrıca bu tip diyetler, vücudun glukoz toleransını ve insülin duyarlılığını değiştirebilir. Meyve, sebze ve kepekli tahıllar gibi kompleks karbonhidrat zengini besinler ise polisakkarit fermentasyonunu destekleyerek mikrobiyal çeşitliliği korur. Örneğin Akdeniz diyeti, yüksek lif ve sağlıklı yağ içeriğiyle faydalı bakterilerin çoğalmasına destek veren bir model olarak tanımlanır. Beslenme yaklaşımlarının bu çok yönlü etkisi, insülin direnci, obezite, karaciğer yağlanması gibi metabolik hastalıkların önlenmesi bakımından mikrobiyota dostu bir strateji sunar.
prebiyotikler, probiyotikler ve postbiyotikler
Bağırsak mikrobiyotasını iyileştirme ve destekleme çabaları, prebiyotik, probiyotik ve postbiyotik kavramlarının önemini gün geçtikçe artırır. Prebiyotikler, sindirim sisteminde parçalanamayan veya emilmeyen, ancak faydalı bakteriler tarafından fermente edilebilen diyet bileşenleridir. Genelde diyet lifi olarak tanımlanan fruktanlar (inülin, fruktooligosakkaritler) veya galaktooligosakkaritler gibi yapılar bu kapsamda yer alır. Prebiyotiklerin düzenli alımı, yararlı bakterilerin popülasyonunu artırarak dengeli mikrobiyal ekoloji oluşturur.
Probiyotikler ise yeterli miktarda alındığında konağa sağlık yararı sunan canlı mikroorganizmalardır. Lactobacillus, Bifidobacterium gibi türler en yaygın probiyotik bakterileri arasında bulunur. Yoğurt, kefir, fermente sebzeler gibi gıdaların düzenli tüketimi veya probiyotik takviyeleri, özellikle antibiyotik kullanımı sonrası mikrobiyota restorasyonunda etkili olur. Çalışmalar, probiyotiklerin belli sindirim sorunlarını hafifletebileceğini, inflamasyon belirteçlerini azaltabileceğini ve bağırsak bariyeri işlevini destekleyebileceğini göstermiştir.
Postbiyotikler ise son dönemde gündeme gelen bir kavramdır. Bakterilerin metabolik faaliyetleri sonucu ortaya çıkan, konağa doğrudan fayda sağlayan ürünleri ifade eder. SCFA, mikrobiyal enzimler, peptitler ve diğer biyoaktif moleküller bu tanıma girer. Postbiyotiklerin bağışıklık düzenlemesi, bağırsak bariyer bütünlüğü ve iltihap kontrolü gibi konularda etkili olduğu saptanmıştır. Prebiyotik ve probiyotik uygulamalarının nihai faydaları, büyük ölçüde üretilen postbiyotiklerle ilişkilendirilir.
mikrobiyota-immün sistem etkileşimi
Bağırsak duvarı, insan vücudunun dış ortamla en geniş temas noktalarından biridir. Burada trilyonlarca mikroorganizma, mukozal bağışıklık sisteminin sürekli gözetimindedir. Bağırsağın mukozal yüzeyinde bulunan goblet hücreleri, mukus tabakasını sentezleyerek zararlı mikropları uzak tutmaya çalışır. Yararlı bakteriler ise mukus tabakasını koruyan ve destekleyen bileşikler üreterek zararlı patojenlerin yerleşmesini engeller. Bu simbiyotik ilişki, immün sistemin aşırı tepki vermemesini ve aynı zamanda tehditlere yanıt verebilmesini sağlar.
Mikrobiyota, doğal bağışıklığın ötesinde, adaptif immün yanıtların şekillenmesinde de etkilidir. T hücresi farklılaşması, düzenleyici T hücrelerinin çoğalması ve sitokin profili, bağırsaktaki mikrobiyal bileşimle yakından ilişkilidir. Dengeli bir mikrobiyota, immün sistemin kendi dokularına karşı aşırı tepki geliştirme riskini azaltabilir. Örneğin inflamatuar bağırsak hastalıkları veya gıda alerjilerinde, mikrobiyota bileşiminin bozulmasıyla birlikte immün sistemin toleransı zayıflar ve enflamatuar süreçler belirgin hale gelir. Beslenmede lif, prebiyotik ve polifenol gibi bileşenlerin yüksek olması, bu bağışıklık dengesini korumaya yardımcı olur.
dysbiosis ve hastalıklarla ilişkisi
Bağırsak florasının sağlıklı dengesi çeşitli nedenlerle bozulabilir. Bu bozulma, dysbiosis olarak tanımlanır ve mikroplar arasındaki orantısızlıkla karakterizedir. Dysbiosis durumunda yararlı bakterilerin sayısı düşerken, fırsatçı patojenler veya pro-inflamatuar türler baskın hale gelebilir. Uzun süreli antibiyotik kullanımı, aşırı işlenmiş gıdalar, yüksek şekerli beslenme ve kronik stres gibi faktörler dysbiosise yol açar. Bu tablo, konak savunmasında zafiyet yaratarak iltihap, bağırsak geçirgenliği artışı ve metabolik bozukluklar için zemin hazırlar.
Araştırmalar, disbiyotik mikrobiyota örüntülerinin obezite ve tip 2 diyabet sıklığıyla bağlantılı olduğunu gösterir. Bazı bakteriler enerjinin emilimini artırıp yağ depolanmasını tetikleyebilir, ayrıca iltihaplanma süreçlerini yoğunlaştırabilir. Disbiyotik bir ekosistemde butirat üreten bakterilerin azalması, bağırsak bariyerinin zayıflaması ve lipopolisakkarit (LPS) gibi pro-inflamatuar moleküllerin kana karışması olasılığını yükseltir. Bu süreç sistemik inflamasyona ve insülin direncine katkıda bulunur. Benzer şekilde, inflamatuar bağırsak hastalıkları (Crohn, ülseratif kolit) da disbiyoz ile yakından ilişkilendirilir.
Hatta son yıllarda bağırsak beyin ekseni üzerinde yapılan araştırmalar, disbiyotik florayla depresyon, anksiyete ve bazı nörodejeneratif hastalıklar arasında bağlantı olabileceğini öne sürer. Mikrobiyota, merkezi sinir sistemine nöral, humoral ve immün yolaklar üzerinden sinyal gönderir. Bazı bakteriler serotonin öncülü triptofan metabolizmasını, nörotransmitter sentezini ve sinir büyüme faktörleri üretimini etkiler. Dolayısıyla ruh sağlığı, duygudurum düzenlemesi ve bilişsel fonksiyonların da bağırsak florası ile bağlantılı olduğu düşünülür.
etnik ve kültürel farklılıklar
Bağırsak florası araştırmalarında göze çarpan önemli bulgulardan biri, coğrafi bölge ve kültürel beslenme alışkanlıklarına göre mikrobiyal bileşimin değişmesidir. Batı tipi diyetle beslenen popülasyonlar, yüksek oranda hayvansal yağ, rafine şeker ve işlenmiş gıda tüketir. Bu grup, daha düşük mikrobiyal çeşitliliğe ve bazı bakteri gruplarının aşırı baskın hale gelmesine yatkın olabilir. Geleneksel beslenme tarzı benimsemiş, lif ve fermente gıdalara ağırlık veren toplumlarda ise florada daha fazla çeşitlilik ve yararlı bakteri baskınlığı gözlemlenir.
Örneğin Afrika kırsal bölgelerinde geleneksel tahıllar, bitkisel lifler ve fermente gıdalar tüketen çocukların mikrobiyota profili, sanayileşmiş ülke çocuklarına göre büyük farklılıklar gösterir. Yüksek lifli diyet, prebiyotik fermentasyonun yoğun gerçekleşmesini sağlayarak SCFA üretimini artırır. Bu çocuklarda obezite veya tip 2 diyabet oranlarının oldukça düşük kalması, mikrobiyota ile bağlantılı koruyucu etkileri düşündürür. Bu karşılaştırmalı örnekler, beslenme düzeniyle mikrobiyal topluluklar arasındaki ilişkinin ne kadar kritik olduğunu ortaya koyar.
fonksiyonel gıdalar ve bağırsak sağlığı
Beslenme endüstrisi, bağırsak florasını destekleyici nitelik taşıyan gıdaları fonksiyonel ürünler olarak piyasaya sürer. Probiyotik yoğurtlar, kefir, kombuça, kimçi ve sauerkraut gibi fermente ürünler, mikrobiyota çeşitliliğini artırma potansiyeline sahiptir. Ayrıca prebiyotik lif zengini barlar, bisküviler veya içecekler geliştirilir. Bu ürünlerin düzenli tüketimi, sindirim rahatsızlıklarını azaltma, bağışıklığı güçlendirme ve metabolizmayı iyileştirme vaatleriyle pazarlanır. Yine de her ürün aynı etkiyi göstermez. İçerik, mikroorganizma suşları ve günlük tüketim miktarı gibi etkenler sonucunda bireysel yanıtlar değişkendir.
Rafine şeker yerine polifenol kaynağı zengin bitkilerle hazırlanmış çaylar, baharatlar ve meyveler de yararlı mikroorganizmaların çoğalmasına destek olabilir. Zeytinyağı ve omega-3 yağ asitleri içeren besinler, inflamasyonun baskılanmasına katkı sunarken, bağırsak florasında pro-inflamatuar bakterilerin gerilemesini destekler. Dolayısıyla fonksiyonel gıda konsepti, ticari bir kavramın ötesinde, dengeli bir mikrobiyota için bilimsel dayanağı bulunan pratikler bütününü ifade eder.
antibiyotiklerin etkisi ve yeniden yapılandırma
Antibiyotik tedavisi, zararlı bakteriyel enfeksiyonları kontrol etmek için kritik önem taşır. Ancak geniş spektrumlu antibiyotikler, bağırsakta yer alan yararlı mikropları da hedef alarak disbiyoz oluşturabilir. Bu durum, Clostridioides difficile gibi patojenik bakterilerin aşırı çoğalmasıyla sonuçlanan ciddi tabloya yol açabilir. Antibiyotik kullanımının ardından ishal, karın ağrısı, gaz ve şişkinlik gibi semptomlar sık gözlemlenir. Uzun vadeli etkiler arasında obezite riskinin artması veya diğer metabolik bozukluklar da sayılabilir.
Antibiyotik sonrası mikrobiyotayı yeniden inşa etme sürecinde probiyotik ve prebiyotik desteğinin yararlı olduğu gösterilmiştir. Fakat hangi probiyotik suşlarının, hangi dozlarda ve ne süreyle alınacağı konusu araştırmalarda net değildir. Bazı vakalarda dışkı nakli (fekal mikrobiyota transplantasyonu) gibi radikal yöntemler bile gündeme gelir. Özellikle tekrarlayan C. difficile enfeksiyonlarında dışkı nakli, sağlıklı bir donörden elde edilen mikrobiyal ekosistemin hastaya aktarılmasıyla çarpıcı oranda iyileşme sağlayabilir. Bu uygulama, mikrobiyota-temelli tedavi yaklaşımlarının geleceği hakkında önemli ipuçları sunar.
besin ögeleri ve mikrobiyal metabolitler
Bağırsak florası, tüketilen besin ögelerini fermantasyona uğratarak pek çok metabolit üretir. Özellikle kompleks karbonhidratlar, bağırsak mikrobiyotası tarafından kısa zincirli yağ asitleri şekline dönüştürülür. Bütirat, kalın bağırsak epitel hücreleri için enerji kaynağıdır ve inflamasyonun kontrolünde kilit göreve sahiptir. Propiyonat karaciğer glukoneogenez ve yağ asidi sentezinde rol oynar, asetat ise vücutta pek çok metabolik süreci etkiler.
Mikrobiyota ayrıca fenolik bileşiklerin, flavonoidlerin ve diğer bitkisel biyoaktiflerin biyoyararlılığını değiştirebilir. Örneğin bazı polifenoller, bağırsakta yıkımla daha küçük moleküllere dönüşerek antioksidan ve antiinflamatuar etkiyi artırır. Böylece kahve, çay, kakao, meyve ve sebzelerin sağlığa katkıları mikrobiyota aracılığıyla güçlenir. Yine kolin ve karnitin içeren gıdaların bakteriyel metabolizması sonucunda TMAO (trimetilamin N-oksit) gibi moleküller oluşarak kardiyovasküler risk ile bağlantılı bulunur. Bu örnek, yararlı veya zararlı etkinin, besin ile mikrobiyota arasındaki etkileşime bağlı olarak değişebileceğini gösterir.
stres, uyku ve bağırsak florası etkileşimi
Yaşam tarzı faktörleri de mikrobiyota dengesi üzerinde önemli rol oynar. Stres hormonları, bağırsak bariyer bütünlüğünü zayıflatabilir, mukus tabakasını inceltebilir ve pro-inflamatuar sitokin düzeylerini yükseltebilir. Kronik stres altındaki bireylerde, mikrobiyota çeşitliliğinin azaldığı ve bazı patojenik türlerin çoğaldığı saptanır. Bu süreç, bağırsak-beyin ekseni üzerinden depresif semptomlara ve kaygıya katkıda bulunabilir. Beslenme planı, düzenli uyku, fiziksel aktivite ve stres yönetimi uygulamaları, bu döngüyü kırarak daha sağlıklı bir mikrobiyal profile destek olabilir.
Uyku düzeni bozuklukları, sirkadiyen ritimdeki dalgalanmalar, gece vardiyaları da bağırsak florasını etkiler. Biyolojik saat değiştiğinde, bağırsak motilitesi, mukus salgısı ve mikrobiyal metabolizma ritmi de bozulur. Bu durum kilo kontrolünden insülin hassasiyetine kadar pek çok metabolik sürece yansır. Araştırmalar, yeterli ve kaliteli uykunun hem hormonal denge hem de mikrobiyota çeşitliliği açısından elzem olduğunu vurgular.
mikrobiyota temelli tedavi yaklaşımları
Gastroenteroloji alanında, mikrobiyota üzerinde etki eden tedavi yaklaşımları gittikçe yaygınlaşır. İnflamatuar bağırsak hastalıklarında diyet düzenlemeleri, probiyotik destekler ve bazen dışkı nakli uygulamaları denenir. İrritabl bağırsak sendromu (IBS) vakalarında, düşük FODMAP diyeti olarak bilinen özel beslenme protokolü mikrobiyota fermentasyonunu düzenleyerek gaz, şişkinlik ve karın ağrısı belirtilerini hafifletebilir. Bu yaklaşım, çeşitli karbonhidratların kısıtlanması prensibine dayanır.
Obezite ve metabolik sendromda, enerji dengesini yeniden düzenlemek ve iltihaplanmayı kontrol altına almak için lif ağırlıklı diyet, probiyotik ve polifenol kaynakları içeren besinler önerilir. Bazı klinik çalışmalarda, mikrobiyota profilini değiştirebilen yeni nesil ilaçlar veya biyolojik ajanlar üzerinde deneyler yürütülür. Özellikle Tip 2 diyabetin düzenlenmesinde SCFA üretimini destekleyen diyet modelleri değerlendirilmektedir. Bu uygulamalar, geleneksel ilaç tedavisine ek veya alternatif yaklaşım sunma potansiyeline sahiptir.
Mikrobiyota ve sinirbilim arasındaki etkileşimi inceleyen araştırmacılar, kaygı bozukluğu, depresyon ve otizm gibi durumlarda probiyotik veya postbiyotiklerin destekleyici rolünü mercek altına alır. Henüz bu konu yeni olsa da umut verici veriler mevcuttur. Sağlıklı bir bağırsak ekosisteminin davranışsal ve duygusal süreçler üzerinde pozitif etkileri bulunur. Yapay zeka ve metagenomik teknolojilerinin ilerlemesi, kişiye özgü mikrobiyota haritalarının çıkarılmasına ve bireysel beslenme planlarının oluşturulmasına kapı aralayabilir.
geleceğe dönük araştırma alanları
Mikrobiyota araştırmalarının hızla genişlemesi, yeni soruları da gündeme taşır. Hangi spesifik bakteriyel suşlar hangi hastalık gruplarını daha çok etkiler, hangi prebiyotik bileşenler hangi bakterilere odaklı çalışır, dışkı naklinin uzun vadeli güvenliği nedir gibi konular yoğun inceleme altındadır. Ayrıca viral, mantar ve arkeal bileşenlerin insan sağlığındaki rolü henüz tam olarak aydınlatılmış değildir. Bağırsakta sadece bakteriler değil, virüsler (bakteriofajlar) ve mantarlar da önemli bir yer tutar.
Klinik uygulamalarda, mikrobiyota profiline dayalı kişiselleştirilmiş beslenme yaklaşımları geliştirme girişimleri vardır. Bazı girişimci şirketler, dışkı örneği analizleri sunarak bireylere özel diyet önerilerinde bulunur. Fakat kanıta dayalı, standardize protokoller henüz tam olarak belirlenmiş sayılmaz. Genetik, epigenetik ve mikrobiyota etkileşimlerini bir arada inceleyen multi-omik yaklaşımlar (metabolomik, transkriptomik, proteomik) geleceğin tıbbına yön verebilir. Bu bakış açısı, obeziteden kanser tedavisine kadar geniş bir yelpazede mikrobiyota temelli stratejilerin tasarlanmasına yardımcı olur.
sağlıklı beslenme ve bağırsak florasının korunması
Bağırsak florasını korumak ve geliştirmek isteyen herkes için uygulanabilecek bazı temel prensipler bulunur. Öğünlerde yüksek oranda lif içeren gıdalara yer verilmesi, özellikle sebzeler, meyveler, baklagiller ve tam tahılların düzenli tüketilmesi önemlidir. Fermente süt ürünleri (yoğurt, kefir) veya bitkisel fermente ürünler (lahana turşusu, kombuça) gibi doğal probiyotik kaynakları menüye eklenebilir. Rafine şeker ve doymuş yağ içeriği yüksek gıdalardan kaçınılması, mikrobiyal çeşitliliği destekleyen bir ortam yaratır.
Kaliteli uyku, stresi azaltma ve düzenli fiziksel aktivite gibi unsurlar da mikrobiyota bütünlüğünü güçlendirir. Antibiyotik kullanımı gerektiğinde mutlaka hekim önerisi doğrultusunda en uygun doz ve sürede uygulanmalıdır. Gereksiz yere antibiyotik almak, yararlı bakterileri öldürüp zararlı türlere fırsat tanıyabilir. Böyle bir süreç yaşandığında, probiyotik ve prebiyotik desteklerle mikrobiyotanın yeniden toparlanmasına yardımcı olmak olası disbiyozu engelleyebilir. Ayrıca mevsimsel, taze ve çeşitli gıdaların tüketilmesi, bakteri topluluğu açısından daha geniş besin kaynakları sağlar.
Beslenme ve bağırsak florası arasındaki karşılıklı ilişki, günümüz sağlık anlayışının temelini şekillendiren önemli bir alandır. Bu etkileşimde doğru stratejiler geliştirmek, pek çok kronik hastalığın önlenmesi veya kontrol altına alınması bakımından umut vericidir. Sağlıklı beslenme yaklaşımları, yalnızca kalori hesabından ibaret değildir; mikrobiyotaya uygun bileşenleri içermesi, lifi, prebiyotikleri ve faydalı yağ asitlerini kapsaması gerekir. Bu bilinçle hareket eden toplumlarda obezite, diyabet, kalp hastalıkları ve kanser oranlarının azaltılması mümkün hale gelir. Bağırsak florasının zenginliğini koruyacak tedbirler, bütüncül sağlığı destekleyen uzun vadeli bir yatırım olarak değerlendirilir. Besinlerle beslenen sadece insanlar değil, aynı zamanda onlarla simbiyotik yaşayan mikroorganizma ekosistemidir. Dolayısıyla bu ekosistemin ihtiyaçlarını karşılayan beslenme modelleri, geleceğin tıbbında merkezi konumda yer almayı sürdürecektir.